Home HaberlerYazarlarımızFailleşen Devlet ve Yaşamak İsteyen Kadınlar

Failleşen Devlet ve Yaşamak İsteyen Kadınlar

by Editor SM

-Yazar: Ayşegül Göç Dilber-

2020 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarının yapıldığı utanç verici bir sürece şahit olduk. İktidarın dillendirdiği bu niyet, aile birliğinin “çürüse bile dağılmaması” için önerdiği mucizevi bir çıkış yoluydu. Bir süre siyasi polemik düzeyinde seyredip tabana verilen rahatlatıcı mesajlarla devam edeceğini umduğumuz sözleşmenin feshi çıkışının bir gecede gerçeğe dönüşmesiyle uluslararası sözleşmeler tarihimiz yeni bir rotaya evrildi: hiçbir imza sonsuz değildir.

Sözleşmenin ve iç hukuktaki uygulamasının kim için ve hangi sebeple artık çekilmez hale geldiğini ele alacağımız yazımızda halen tarafı olduğumuz CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi BM Sözleşmesi) Haziran 2022 Türkiye Oturumu’nda yaptığımız gözlemlerimizi de aktaracağız. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye dair somut ve ikna edici hiçbir cevap vermediği sunumda Türkiye Heyeti’ne yöneltilen sorulara da gerçeğe uzak yanıtların rahatlıkla verildiğini görmenin yarattığı şaşkınlığın sözleşmeden çekilme hamlesiyle yarışır düzeyde olduğunu belirtmek isteriz.

Sözleşmeden Neden Çekildik?

Türkiye’de evlilik kurumunun erkeğe sağladığı imkanları gözden geçirdiğimizde nikah cüzdanıyla silah ruhsatının eşdeğer olduğunu söylemekle abartmış olmayız. Kadınların güven içinde yaşaması ve olağan, biyolojik bir ölümle hayata veda etmesi artık bir tesadüf ya da ayrıcalıklı bir durum. Sosyo-ekonomik ve kültürel farklılığın şiddetin doğuşu ve devam etmesinde ayrım yaratmaması, failin ilkelliği ve her şeye rağmen önlenemeyen saldırganlığı, ancak erkek evrenin erkek yasalarının sağladığı avantajlarla açıklanabilir. İstanbul Sözleşmesi, bu avantajlı durumu en azından yasal düzeyde kapsayıcı ve hissedilir biçimde değiştirmeyi hedefliyordu. Sözleşme aynı zamanda kadınların yaşamak için erkeklerin yazılı teminatına ihtiyaç duyacak hale gelmesinin, kadına yönelik öldürmeye varan şiddetin küresel bir mesele olduğunun ve kadınların dünyanın her yerinde erkek şiddetine maruz kaldığının ortak metni aynı zamanda. Ama Türkiye bu ortak hastalığın reçetesini uygulamaktan vazgeçti, üstelik yerine hiçbir alternatif önermeden.

Kamuoyunda ısrarla yürütülen, erkeklerin yasaya kurban edildiği ve kadınların yasayı istismar ettiği yönündeki tartışmalar artık hukukun değil siyasetin konusu. İktidar partisinin kadını anneliğe ve aile işçiliğine hapsetme arzusu maalesef saklanmayan bir gerçek. Kadının herhangi bir alanda öncelikli ve ayrıcalıklı olmasına tahammül edemeyen ve kadınların devlet eliyle erkeklere yaptırım uygulatmasını bir onur meselesi haline getirenlerin asıl derdi, hizmet etmesi dışında varlığı hiçbir anlam ifade etmemesi gerektiği düşünülen kadınların görünür ve haklı durumda olması. Bugüne kadar erkek kolluk, erkek yargı ve erkek idarenin görmezden geldiği kadının, bir beyanla dokunulmazlık elde etmesi, kabullenilmesi zor bir durum ve bu zorluk yine şiddetin kaynağında büyütülen katı ve kendini besleyen geleneğin özgül pratikleriyle belki de ilk kez yaşanan çelişmeden doğuyor.

Kadın Cinayetleri Neden Politiktir?

Biliriz ki erkek, iktidarın öz evladıdır. Sermaye, idame ve denetleme erkeğe tahsis edilmiş imkanlardır. Bu anlayışa gören kadın, erkeğe eşlik etmek ve soyun devamını sağlamak için bir yardımcı unsur olarak tasarlanır. Görünür ve gerçek bir özne haline gelmiş kadın rahatsız edici ve can sıkıcıdır. Siyasal iktidarın özenle inşa ettiği eşitsizliğin ölüm halinde dahi fail aleyhine bozulmasına tahammül yoktur. Sermaye ve idarenin söz sahibi erkekler için bu ihtimal ancak bir yol kazasıyla mümkündür. On yıllar evvel Türkiye’de kadın-erkek eşitliği tartışılırken bugün o eşik çoktan aşıldı. Öldüren ve öldürülen arasında bu soyutlaşan tartışmayı yapmanın hiçbir faydası kalmadı. Kadınlar artık “yaşamanın” mücadelesini veriyor. Son yedi yılda kadın cinayetlerinin yüzde bin beş yüz arttığı, ölüm şekillerinin vahşeti, yoğunlukla cinsel suçlarla birleştiği ve faillerin infaz yasalarındaki lehe düzenlemelerden muaf tutulmadığı düşünüldüğünde kadınlara güven içinde yaşama hakkından daha öncelikli bir mücadele alanı bırakılmadığını kabul etmek gerekir. Şiddet görmemek, taciz edilmemek, saldırıya uğramamak kadınlar için sıradan bir güvenlik meselesi haline geldi, yani: şiddet mağduru olmanın artık bir cinsiyeti var.

Zayıflatılmış, ezilmiş ve silikleştirilmiş kadınların, kimi zaman cinsel arzular kimi zaman da kontrolsüz öfkenin kurbanı olması mağdur ve fail arasındaki derin ve ölçüsüz fark nedeniyle sıradan bir suç gibi ele alınmamalıdır. Kadın cinayetlerinin önlenememesi bir yana ölen kadının ceza kanunlarındaki akrabalık derecesine bağlı ağırlaştırıcı neden kapsamında olmaması halinde bu dezavantajlı konumunun failin cezalandırılmasına hiçbir etkisi de olmamaktadır. Saldırıdan sağ kurtulan kadın için şükretmek öldürülmenin kanıksandığını, failin bu defa öldürmeyi beceremediğini, bize mağdur ölmediyse failin muhtemelen serbest kalacağını, sağ kalan kadının mutlaka yeni bir teşebbüs riskiyle karşı karşıya olduğunu, devletin koruyamadığı kadını yine korumayacağını düşündürür. Her yeni gün yeni bir kadının ölümüne gebedir ve fail erkekler, erkek devletin özenle ihmal ettiği bu suç mahallinde sadece ölümün şeklini belirler. Devlet, failin ortağı gibidir, çünkü “her devlet biraz da erkektir”. İşte kadın cinayetleri bu nedenle politiktir.

Sözleşme Değil Devlet Yaşatır!

İstanbul sözleşmesi ve ilgili mevzuat, şiddetle mücadelede hedeflenen amaca çok elverişli hazırlanmışsa da kolluk, idare ve yargı uygulamalarının yetersizliği ölüm ve şiddet olaylarının sayılarıyla bir yanı siyah diğer yanı beyaz bir tablo gibi karşımızda duruyor. Buna rağmen Sözleşmeden çıkıldığı için 6284 sayılı Kanun’un revize edilmesi, “erkek mağduriyetinin” giderilerek ailenin, İslam’ın belirlediği ölçütlerde “korunması” tartışılıyor. Mağdur ve muhalif kesimin akılcı itirazlarına “kutsal ailenin” zarar gördüğü, aleyhinde tedbir alınan erkeğin öfkesinin taştığı ve bu defa uyguladığı şiddette haklı olduğu, kadının tek cümle beyanıyla alınan tedbirlerin çoğunun gerçek dışı olaylara dayandığı gerekçesiyle karşı çıkılıyor. Birleşmiş Milletler’deki Haziran 2022 CEDAW oturumunda Türkiye’yi temsil eden Bakan da tam da bu gerekçelerle üye devletlerin temsilcilerinin sorularına cevap vermekten hiç çekinmedi. İki kesim arasındaki tartışmaların yarattığı stresten kurtulmanın dahiyane yolu olarak seçilen sözleşmeden çekilme kararı İlçe Teşkilatında yapılan veryansınların uluslararası bir savunmaya dönüştürülerek Türkiye’nin kırk senelik terörle mücadelesinin de garnitür olarak sunulduğu “siz bizim neler çektiğimizi nerden bileceksiniz”e varan bir ajitasyonla son buldu. Bakan’ın cevaplamaktan kaçındığı sorulara biz kısaca cevap verelim: “Kutsal” aileye zarar veren temel sebep erkek şiddetidir, aleyhinde tedbir alınan erkeğin kontrolsüz öfkesinin sorumluluğu mağdura yüklenemez ve bazen elde beyandan başka delil yoktur. Devletler mağdur ve fail arasında seçim yapmak zorunda kalırsa hiçbir zaman failden yana olamaz, mağdur olmanın cinsiyeti ya da cinsiyetin mağduriyeti söz konusu olduğunda devlet tarafsız dahi kalmamalıyken failleşemez.

Neden İstanbul Sözleşmesi yaşatır sorusunun cevabı basittir ancak yasal düzenlemelerin yapılması için aslında hiçbir devlet uluslararası bir taahhütte bulunmak zorunda değildir. Şiddetle mücadele her ülkenin kendi iç hukuk meselesi olup Sözleşme’yi dahi aşan tedbirleri almak konusunda da hiçbir kısıtlama yoktur. Yani devletlerin bu taahhüde imza atmadan erkek şiddetiyle mücadele etmesi zaten mümkündür. İşte bu nedenle aslında sözleşme değil devlet yaşatır, kural budur ve bu nedenle yaşatmayan devlet faildir!

Yaşam hakkından öncelikli bir hakkın varlığı tartışmaya dahi açılamazken devletin yaşatma görevinin, imzanın “usulüne uygun biçimde” geri çekilmesiyle ortadan kalkabileceği hayal edilebilir mi? Peki Sözleşme’ye sahip çıkılmasındaki ısrarının sebebi nedir? Birincisi uluslararası taahhüdün sağladığı teminatın kaybedilmemesi, ikincisi yasal düzenlemelerin, siyasal iktidarların keyif ve arzularına teslim edilmemesi, üçüncüsü de uluslararası mücadelenin ortak ve uygulama birliği içinde yürütülmesidir. Türkiyeli kadınların talihsizliği, yaşam haklarının gündelikçi pazarlıklara konu edilmesidir. Yaşamak talebi kadınlar için sıradanlaşan bir mücadele artık. Çünkü devlet, öz evladının kusurunu örtbas ederken yaşamayı da ona özgülemekten hiç çekinmemiştir.

KADIN CİNAYETİ DEĞİL: FEMİSİD

Toplumsal meselelerde medyanın dili kavramlara anlam yükler. Şiddet ve öldürme olayları aktarılırken meşru ya da anlaşılabilir gösteren ifadeler sıkıştırılması hiçbir zaman nesnel habercilik değil açık bir tercih olmuştur. Vahşice katledilen bir kadının haberini “öfkeli kocanın saçtığı dehşet” olarak haberleştirmek bu cinayetin anlaşılabilir bir sebebi olduğunu hissettirmektir. Öldürme ve şiddet olaylarının kalıp metinlere sığdırıldığı ve kadın ölümlerinin olağan cinayetler gibi sunulmasının kasıtlı bir tercih olmadığını düşünmek çok zor. Bağımsız ve özgür medya hariç ana akımın dil birliği ve mağdur kadına yönelik suçlayıcı, faili ise haklı ve müteharrik gösteren sebeplerin öne çıkarıldığı aktarım biçimi cinsiyete dayalı şiddet ve cinayetler bakımından hassas bir terminolojiye olan ihtiyacı gösteriyor.

Kadına yönelik şiddet sıradan bir suç alanı değildir ve şiddetle mücadelede ezber dilden uzaklaşmak ilk adım olmalıdır. Kadın cinayetlerini sıradan öldürme vakaları gibi ele almak her yıl öldürülen yüzlerce kadının özel bir mağduriyet sınıfı doğurduğunu göz ardı etmektir.  Bu nedenle toplumun her kesimine ve ülkenin her köşesine yayılmış bu cinayetleri femisid/cins-kırım olarak adlandırmak zorundayız. Femisid’in, keskin tanımı her bir özel fiilin böylesi bütüncül bir alanda ele alınmaması gerektiği itirazına neden olabilir. Ancak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin aile, eğitim, iş ve sosyal alanlarda özenle büyütülerek kadının “alt insan” haline getirildiği, bir kadını öldürmenin kolaylığı ve muhakemenin tahrik tartışmalarıyla kirletildiği düşünüldüğünde baştan ve katı bir müdahalenin gerektiği çok açık. Cinayetleri cinsiyet temelli nefretten ayrı düşünemeyiz. Bu politik cinayetlerle mücadele etmek için önce doğru tanımı yapmalı ve mücadele yollarını buna göre belirlemeliyiz.

Bire bir şiddetin sıradanlaştığı erkek hukuk düzeninde kadının varlık iddiası ve bu hiyerarşik düzenin içinde, halihazırda erkekle hukuki olarak eşitlenmenin mücadelesini vermeye zorlanmasına karşı çıkarken mevcut kazanımların da kaybedilmesi politik şiddet değil midir? Evde başlayan şiddetin, kolluk ve adliyede devam etmemesinin çözümü şiddetin evde kalması mıdır? Ne kadınlar ne de şiddet evde kalmamalıdır. Kadınlar erkeklerin limitsiz vesayetinden kurtulurken erkeklerin icat ettiği usullerle değil bizzat kadınların üreteceği yöntemlerle yıkacaktır bu hiyerarşiyi. Bu topraklardaki feminist hafıza ve birikim bu güce sahiptir.


Uyarı
Bu sitede yayımlanan makaleler, sitemize ait olup izinsiz kullanılamaz, çoğaltılamaz, kaynak gösterilmeden yayımlanamaz.
Ayrıca hukuki sorumluluk içermez, bu bilgileri kullanarak yapacağınız işlerden doğacak sonuçlardan sorumluluk kabul edilmemektedir. Hukuki mağduriyet yaşamamanız için bir hukuk bürosuna veya bizlere ulaşınız.

You may also like

Leave a Comment